Selanik’le ilgili gözlem şeylerimi aktarmak üzere bilgisayar makinemin başına geçtim sevgili gözleriyle okur. Selanik’e tekerlekli arabamızla gittiğimizi daha önce deklare etmiştim.
Daha gitmeye karar verdiğimiz gün, düz taban olmayışımızla birlikte, Yunanistan’ın ikinci bir kez battığı, kredi notunun benim okul notlarıma dönüştüğü haberi geldi ve bir zamanlar denize dökmek için sabırsızlandığım Yunanistan’a karşı içimde bir sempati uyandı sevgili barışşinas okuyanlar.
Yunanlıların ne kadar ehli keyif olduklarını anlatmama bilmem gerek var mı. Dükkânlarını sabah 10’da açıp, dörtte kapıyorlar. Hafta sonları ise daha geç açıp daha erken kapıyorlar. Kimsede ya bir batıyoruz, ya bir ekonomi çöktü, ya bir çalışayım diye en ufak endişe yok. Bütün şehir halkının yüzünde huzurlu ve sadece kendi istediği hayatı yaşamanın verdiği bir ferahlık.
Selanik’e girdiğimizde çok kalabalık ve piyasa bir şehirle karşılaştık. Feci piyasaydı. Nasıl diyeyim size, ben diyeyim Bebek gibi, siz deyin Etiler.
Hemen içim sıkıldı. Çünkü ben böyle balıkçı kasabası tadında, deniz kenarındaki bir tavernaya oturduğumuzda ahtapotların gidip kalamarların geleceği, martı seslerinin serin ama üşütmeyen poyraza karışacağı, lacivert denizin üzerinde güneş ışınlarının mücevher gibi parıldayıp, her taraftan buzuki seslerinin fışkıracağı bir şehir bekliyordum. Burası deniz kenarı olmakla birlikte sanki hayvancılıkla geçiniyor gibi karasal ve kırmızı et kolesterollü bir enerji hâkimdi.
Arabadan iner inmez sekiz saat araba kullanmanın da verdiği bunaltıyla arabadaki herkesle kavga etmeye başladım. Arabadaki herkes de sekiz saat oturmanın verdiği yassımayla onlar da birbiriyle kavga etmeye başladı. Göz gözü gözmüyordu. Sonra Ata’m geldi aklıma ve ortama adalet ve barış duygularını hatırlatmak amacıyla “Arkadaşlar kendinize gelin; senelerdir bu anı bekliyorduk. Selanik’e geldik ve olacağı bu muydu. Etrafta bizi böyle Türkçe kavga ederken gören düşmanlarımız ne der sonra. Haydi birlik olalım, Türk kardeşliğini buraya da getirelim, Atam’ın evinin önünden geçelim” dedim ve arkadaşlarım da bu dokunaklı konuşmamla hüzünlenip birbirlerinden özür dilediler.
Yolculuğumuz güzelleşmeye başlamıştı. Ancak bendeniz her şeyden önce biraz kan şekerimi yükseltmeyi planlıyor, kendimi lezzet deryasına gark etmek istiyordum. Derken şehrin çok büyük gözükmesine rağmen her yerini yürüyerek dolaşılacağına uyanarak en tepeye, bir zamanlar Türklerin oturduğu mahalleye çıktık. Burada bir kilisenin yanındaki tavernaya oturduk ve papazların da gelip yemek yediği bu tavernada 40 yuro yani 80 liraya dört kişi deliler gibi yedik. Tavernaya dediğim, gayet şık, gayet nezih, tam bir Cumhuriyet beyefendisi kıvamındaki bir adam ve çocuklarının işlettiği restorana.
Zaten Selanik beyefendiliği diye bir durum varmış. Atinalılar ne kadar hödükse (kusura bakmasınlar ama kendi aralarında da böyle derlermiş) Selanik’teki sokak delileri bile birer beyefendi.
Şehir üç kısımdan oluşuyordu; Türkler en üstte dağa doğru, Rum ve Yahudiler de deniz kenarına yakın. Atatürk’ün doğduğu Türk konsolosluğu yanındaki konaksa bu her iki kısmın tam ortasında, Selanik’in en gözde ve sosyetik caddelerinden birinin üzerinde.
Hatta Ata’m da amma zengin çocuğuymuş, havalı semtte doğmuş diyerek aramızda konuştuk. Doğduğu köşk de acı kahve tonlarda, parıl parıl cilalanmış, üzerinde Türkçe ziyaret günlerinin yazdığı, Arnavutköy’deki zenginlerin restore ettirdiklerine benzer, üç-dört katlı bir ev.
Bunun dışında kadınlar burada son derece özgür. Gecenin bir körü tenha sokaklarda tek başlarına gezip istedikleri kadar dışavurumcu giyinebiliyorlar. Cinselliğe doymuş ancak kadınları da ilgisizlikle rencide etmeyecek kadar hoş bir kıvamları var. Kendim için söylüyorsam namerdim. Sadece şehrin vibrasyonundan anladım.
Bu kadar yakınımızda bu kadar medeni bir Avrupa şehri olduğunu görünce oldukça şaşırdığımı da ifade etmeliyim.
Bu tip yerlere gelince aslında ne kadar baskı altında yaşadığımı fark ediyorum. Şimdi aranızda bendenize ‘nankör şey’ diyenler vardır ancak bu derin ve iliklerime işlemiş baskı ve korku, bu tip özgürlükçü yerlerde omuz kaslarımın rahatlamasıyla derdini anlatıyor.
Eğer üretim, zenginlik, ağır sanayi gibi dertleriniz yoksa, hayata gününüzü gün etmeye geldiğinizin fevkindeyseniz Selanik’e gidin derim. Ay bu da tam akbabalık gibi olur mu. Adamlar batarken bizim gidip oralarda dolaşmamız, öleceğini düşündükleri canlının üzerinde takılan akbabalara benzer mi?
Utandım ha şindi.
Neyse ki bizim köşk orada. Üstteki oda benim.
Birinç birinç…
Ayça Şen / Radikal
Error, group does not exist! Check your syntax! (ID: 6)